Rüya görüyorsun. Hiç bitmeyen bir kabus. Organlarını gösteren o iğrenç yaratıktan kaçan sen, geldiğin yoldan geri dönüyorsun. En azından böyle yaparak alışık olduğun manzarayla sarmalanmış olacaksın. Rahatlayacaksın. Ya da öyle olmak zorunda.
Birden kendini bilinmeyen bir yere doğru yürürken buluyorsun. Şeritleri olmayan düz bir yoldan geri dönüyor olman gerekiyordu. Ama sağduyuyla bu imkansız olmalı. Ayağının altındaki yolda bir değişiklik yok fakat etrafında yükselen tüm o ağaçlar kaybolmuş. Gözlerin yalnızca yağmur damlalarıyla bölünen sonsuz bir karanlık görüyor.
Kafa karışıklığıyla etrafına bakıyor ve başının üzerinde salınan garip şeyleri seyrediyorsun. Büyük haçlara benziyorlar. Günahın bir simgesi... Ama aynı zamanda da tövbenin ve kurtuluşun simgesi. İnanırsan kurtulursun. Bu yüzden yola geri dönmek kesinlikle doğru bir seçimdi. Hiç tereddüt etmeden o mide bulandırıcı organlı yaratıktan uzaklaşmak doğru bir seçimdi.
Yürüyüş hızın ritmik bir hale bürünüyor sanki kendini öne doğru atmaya çalışıyormuşsun gibi. Lakin seni kurtarmaya gelen yaratıklara bu oldukça ürkünç geliyor. Bir mezar taşının ardında, havada süzülen çürümüş bir ceset kokusuyla dikiliyormuş gibiler.
Haçlar yükselip alçalıyorlar fakat hiçbir şekilde sana yaklaşamıyorlar ve bir yardımları da dokunmuyor. Şimdi o haçların birer çift gözü var ve her hareketini ısrarla takip ediyorlar. Sana bakmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Onların bakışları altında olmak sana tarif edilemez bir baskı yapıyor ve hızını arttırıp bir şeyleri üzerinden silkip atmak istiyormuşçasına dümdüz ilerliyorsun.
Haçlar çoğalmaya devam ediyor ve bakışları da onlarla birlikte çoğalıyor. Ateşe benzinle ilerlercesine onlara yakından baktığında, bir çeşit cinsel auralarının olduğunun farkına varıyorsun. Kısacası birer rahmi andırıyorlar. Birkaç dakika önce kurtarıcı semboller gibi görünseler de, rahatsız edici bir şekilde asla yardım istemeyeceğin şeylere dönüşüyorlar.
Yol sonsuzluğa gidiyor ve sana bakan haçlar çoğalmaya devam ediyor. İsa'nın Golgota tepesine tırmandığı zaman olduğu gibi kimse yardımına gelmiyor ve etrafındaki manzara nereye bakarsan bak seni kaba dedikodularla küçümsüyormuş gibi duruyor.
Buna daha fazla dayanamıyorsun.
Ne kadar uzağa gittiğini düşünmeden aniden duruyor ve dönüp aksi yönde yürümeye başlıyorsun. Birinin ileriye ve geriye dönen resmi...kaybolmuş birinin resmi. Seni çevreleyen tüm o kötülük ve garezi görmezden geliyorsun ve gözlerini yola kenetleyerek yürümeye devam ediyorsun. Çok geçmeden yol sona eriyor ve bir kez daha ağaçlardan bir deniz gözlerinin önünde uzanıyor.
Ormanlar intihar vakalarıyla ünlüdür. Ağaçlar, böcekler, vahşi kuşlar ve içinde yaşayan pek çok hayvan ile hayatın kazanı gibidirler... fakat ölümün gölgesi ve pis kokusu aralarında gezinir durur. Şehri, kalabalığı ve yaşayanların sağduyu ile zırhlanmadığı yeri terk ederek o insanlar, yaşamlarını nasıl bitirmeleri gerektiğini bulmak için fazla zayıflar. Eğer burada öleceksen, hayatın devasa girdabında erimeliydin ve girdap her bir parçanı savurup götürdüğünde geriye hiçbir şey kalmamalıydı.
İşte tam olarak bunu ararcasına, intihar etmeye çalışırcasına ağır soluklar alarak etrafı araştırıyorsun. Orman giderek birbirine karışıyor ve ince patikada yürümek zorlaşıyor. Yolun bir yerinden sonra trafik lambasının "Dur" ya da "Dikkat" kelimelerini karşılayan sarı ve kırmızı renkli lambaları görünüyor uzakta. Gözlerini her şeyden uzağa çevirmek istiyormuşçasına şemsiyeni açıyor ve ona sıkıca sarılıyorsun. Yağan yağmurun ortasında içini rahatlatmak ve nefes almak için kendine fırsat yaratıyorsun. Ve aniden fark ediyorsun.
Önünde bir şey yatıyor. Ve o şey ölü bir beden. Kendi kanının ortasında, yüzü yere bakarak öylece yatıyor. Sanki üzerinden geçilmiş gibi dümdüz ceset. Uzuvlar ve kafa dışında tanıyabileceğin hiçbir şey yok neredeyse. Ve bu, ne kadar bakarsan bak bir insan cesedi olduğuna inanmanı zorlaştırıyor... ama tabi ki uzun süre bakmış olman hiçbir kararını değiştirmene fayda sağlamayacak. Neredeyse tamamen çürümüş halde ve derisi zehir yeşili olmuş. Kurtçuklar çoktan derisini kemirip parçalamış olsa da, derisi deliklerle dolu olsa da, bir zamanlar yetişkin bir erkek olduğunu görüyorsun. Çürümüş cesedin üzerindeki çamur, yağmurla karışarak kıyafetlerinin ve saçlarının rengini bulandırıyor ister istemez.
Ezilmiş bir kurbağa da görüyorsun. Kırsalda yaşayan çoğu çocuk için en parlak ölüyle karşılaşma tecrübesiydi bu. Bir kurbağanın uzuvları ve organların vücutlarındaki yeri insanlarınkiyle oldukça benzerdi. Deney ve incelemelerde de sık kullanılmalarının...ve korkunç ölümlerle karşılaşmalarının sebebi de buydu.
Yağan yağmurun bir etkisi de olabilirdi fakat havada neredeyse hiç koku yoktu. Kaşlarını çatıyor, şemsiyeyi omzuna dayıyor ve cesede doğru eğiliyorsun. Ve o sırada düşünmeden bir şeyler söylemek istiyormuşçasına ses çıkarmadan ağzını açıp kapatıyorsun. Umutsuzca. Bir baş ağrısına dayanmaya çalışıyormuşsun gibi. Ya da bir şey itiraf ediyormuşsun gibi.
Gerçek dünyada bir ölüyle asla bir defa daha buluşamazdın. Onlara yolda rastlayamaz ve göz göze gelemezdin. Bu yüzden rüyanda onlardan biriyle karşılaştığından, onlarla bir bağlantın olduğu, onlara karşı bir suçluluk duygusu oluştuğu ya da onlarla daha farklı çeşit bir bağının olduğu anlamını çıkarıyorsun.
Orada duruyorsun, hareketsizce. Bir ceset görmek, tüm insanların bir gün hiç şüphesiz öleceğini anlamak gibi bir bakıma. Hayat daima ölümle biter. İstisnasız herkesi kötü bir son bekler. Şu an gördüğün şey sana uğursuz bir gelecek öneriyor.
Ceset elbette hiç tepki göstermiyor. Duyulabilen tek ses, dudaklarının arasından kayıp geçen havanın sesi. Sanki derinlerde bir şey saklıyormuşsun da sonunda söylemeye karar vermişsin... ama kendini durdurup kalbinin derinliklerinde bırakmışsın gibi. Dişlerini birbirine kenetlemişsin, sanki bir şeyler dışarı çıkmaya çalışıyormuş ama olduğu yerde durdurulmuş gibi.
Havadan yıpranmış trafik lambası başının üzerinde sallanıyor ve birden düşüyor. Tam üzerine. Tepki veremiyorsun ve duyulan o garip sesten sonra yalnızca yukarı bakabiliyorsun... Komik bir şekilde trafik lambası doğrudan kafana iniveriyor. İçinde depolanan son elektrikle trafik lambası, kapanmadan önce son kez yeşil ve kırmızı yanıyor.
Birden kendini bilinmeyen bir yere doğru yürürken buluyorsun. Şeritleri olmayan düz bir yoldan geri dönüyor olman gerekiyordu. Ama sağduyuyla bu imkansız olmalı. Ayağının altındaki yolda bir değişiklik yok fakat etrafında yükselen tüm o ağaçlar kaybolmuş. Gözlerin yalnızca yağmur damlalarıyla bölünen sonsuz bir karanlık görüyor.
Kafa karışıklığıyla etrafına bakıyor ve başının üzerinde salınan garip şeyleri seyrediyorsun. Büyük haçlara benziyorlar. Günahın bir simgesi... Ama aynı zamanda da tövbenin ve kurtuluşun simgesi. İnanırsan kurtulursun. Bu yüzden yola geri dönmek kesinlikle doğru bir seçimdi. Hiç tereddüt etmeden o mide bulandırıcı organlı yaratıktan uzaklaşmak doğru bir seçimdi.
Yürüyüş hızın ritmik bir hale bürünüyor sanki kendini öne doğru atmaya çalışıyormuşsun gibi. Lakin seni kurtarmaya gelen yaratıklara bu oldukça ürkünç geliyor. Bir mezar taşının ardında, havada süzülen çürümüş bir ceset kokusuyla dikiliyormuş gibiler.
Haçlar yükselip alçalıyorlar fakat hiçbir şekilde sana yaklaşamıyorlar ve bir yardımları da dokunmuyor. Şimdi o haçların birer çift gözü var ve her hareketini ısrarla takip ediyorlar. Sana bakmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Onların bakışları altında olmak sana tarif edilemez bir baskı yapıyor ve hızını arttırıp bir şeyleri üzerinden silkip atmak istiyormuşçasına dümdüz ilerliyorsun.
Haçlar çoğalmaya devam ediyor ve bakışları da onlarla birlikte çoğalıyor. Ateşe benzinle ilerlercesine onlara yakından baktığında, bir çeşit cinsel auralarının olduğunun farkına varıyorsun. Kısacası birer rahmi andırıyorlar. Birkaç dakika önce kurtarıcı semboller gibi görünseler de, rahatsız edici bir şekilde asla yardım istemeyeceğin şeylere dönüşüyorlar.
Yol sonsuzluğa gidiyor ve sana bakan haçlar çoğalmaya devam ediyor. İsa'nın Golgota tepesine tırmandığı zaman olduğu gibi kimse yardımına gelmiyor ve etrafındaki manzara nereye bakarsan bak seni kaba dedikodularla küçümsüyormuş gibi duruyor.
Buna daha fazla dayanamıyorsun.
Ne kadar uzağa gittiğini düşünmeden aniden duruyor ve dönüp aksi yönde yürümeye başlıyorsun. Birinin ileriye ve geriye dönen resmi...kaybolmuş birinin resmi. Seni çevreleyen tüm o kötülük ve garezi görmezden geliyorsun ve gözlerini yola kenetleyerek yürümeye devam ediyorsun. Çok geçmeden yol sona eriyor ve bir kez daha ağaçlardan bir deniz gözlerinin önünde uzanıyor.
Ormanlar intihar vakalarıyla ünlüdür. Ağaçlar, böcekler, vahşi kuşlar ve içinde yaşayan pek çok hayvan ile hayatın kazanı gibidirler... fakat ölümün gölgesi ve pis kokusu aralarında gezinir durur. Şehri, kalabalığı ve yaşayanların sağduyu ile zırhlanmadığı yeri terk ederek o insanlar, yaşamlarını nasıl bitirmeleri gerektiğini bulmak için fazla zayıflar. Eğer burada öleceksen, hayatın devasa girdabında erimeliydin ve girdap her bir parçanı savurup götürdüğünde geriye hiçbir şey kalmamalıydı.
İşte tam olarak bunu ararcasına, intihar etmeye çalışırcasına ağır soluklar alarak etrafı araştırıyorsun. Orman giderek birbirine karışıyor ve ince patikada yürümek zorlaşıyor. Yolun bir yerinden sonra trafik lambasının "Dur" ya da "Dikkat" kelimelerini karşılayan sarı ve kırmızı renkli lambaları görünüyor uzakta. Gözlerini her şeyden uzağa çevirmek istiyormuşçasına şemsiyeni açıyor ve ona sıkıca sarılıyorsun. Yağan yağmurun ortasında içini rahatlatmak ve nefes almak için kendine fırsat yaratıyorsun. Ve aniden fark ediyorsun.
Önünde bir şey yatıyor. Ve o şey ölü bir beden. Kendi kanının ortasında, yüzü yere bakarak öylece yatıyor. Sanki üzerinden geçilmiş gibi dümdüz ceset. Uzuvlar ve kafa dışında tanıyabileceğin hiçbir şey yok neredeyse. Ve bu, ne kadar bakarsan bak bir insan cesedi olduğuna inanmanı zorlaştırıyor... ama tabi ki uzun süre bakmış olman hiçbir kararını değiştirmene fayda sağlamayacak. Neredeyse tamamen çürümüş halde ve derisi zehir yeşili olmuş. Kurtçuklar çoktan derisini kemirip parçalamış olsa da, derisi deliklerle dolu olsa da, bir zamanlar yetişkin bir erkek olduğunu görüyorsun. Çürümüş cesedin üzerindeki çamur, yağmurla karışarak kıyafetlerinin ve saçlarının rengini bulandırıyor ister istemez.
Ezilmiş bir kurbağa da görüyorsun. Kırsalda yaşayan çoğu çocuk için en parlak ölüyle karşılaşma tecrübesiydi bu. Bir kurbağanın uzuvları ve organların vücutlarındaki yeri insanlarınkiyle oldukça benzerdi. Deney ve incelemelerde de sık kullanılmalarının...ve korkunç ölümlerle karşılaşmalarının sebebi de buydu.
Yağan yağmurun bir etkisi de olabilirdi fakat havada neredeyse hiç koku yoktu. Kaşlarını çatıyor, şemsiyeyi omzuna dayıyor ve cesede doğru eğiliyorsun. Ve o sırada düşünmeden bir şeyler söylemek istiyormuşçasına ses çıkarmadan ağzını açıp kapatıyorsun. Umutsuzca. Bir baş ağrısına dayanmaya çalışıyormuşsun gibi. Ya da bir şey itiraf ediyormuşsun gibi.
Gerçek dünyada bir ölüyle asla bir defa daha buluşamazdın. Onlara yolda rastlayamaz ve göz göze gelemezdin. Bu yüzden rüyanda onlardan biriyle karşılaştığından, onlarla bir bağlantın olduğu, onlara karşı bir suçluluk duygusu oluştuğu ya da onlarla daha farklı çeşit bir bağının olduğu anlamını çıkarıyorsun.
Orada duruyorsun, hareketsizce. Bir ceset görmek, tüm insanların bir gün hiç şüphesiz öleceğini anlamak gibi bir bakıma. Hayat daima ölümle biter. İstisnasız herkesi kötü bir son bekler. Şu an gördüğün şey sana uğursuz bir gelecek öneriyor.
Ceset elbette hiç tepki göstermiyor. Duyulabilen tek ses, dudaklarının arasından kayıp geçen havanın sesi. Sanki derinlerde bir şey saklıyormuşsun da sonunda söylemeye karar vermişsin... ama kendini durdurup kalbinin derinliklerinde bırakmışsın gibi. Dişlerini birbirine kenetlemişsin, sanki bir şeyler dışarı çıkmaya çalışıyormuş ama olduğu yerde durdurulmuş gibi.
Havadan yıpranmış trafik lambası başının üzerinde sallanıyor ve birden düşüyor. Tam üzerine. Tepki veremiyorsun ve duyulan o garip sesten sonra yalnızca yukarı bakabiliyorsun... Komik bir şekilde trafik lambası doğrudan kafana iniveriyor. İçinde depolanan son elektrikle trafik lambası, kapanmadan önce son kez yeşil ve kırmızı yanıyor.
0 comments:
Yorum Gönder