2015/09/15

Yume Nikki Bölüm 10 : Kimsin sen?

Yüzünü yıkıyorsun.

Aniden etrafındaki manzaranın tamamen değiştiğini fark ediyorsun. Sanki etrafındaki tüm kar eriyip gitmiş gibi sularla kaplı bir yerdesin. Soğuk su ayak bileklerine kadar ulaşıp ayakkabılarından içeriye giriyor. Gözünün görebildiği her yer küçük bir çocuğun neşeyle oynayıp her yere su sıçratabileceği tarzdan bir yer. Yükselen suya rağmen neşeyle yürüyorsun. Etrafa su sıçratıyor ve yürümesi zor olsa dahi neredeyse dans edercesine nezaketle hareket ediyorsun.

Suyun kendisi hayattır. İnsanların bedenleri ve hatta cesetler bile başlıca sudan yapılmıştır. Bu yaşamak için en çok ihtiyaç duyduğun şeydir, bu yüzden herkes içgüdüsel olarak suyu arar. Kendini bir küvetin içinde omuzlarına kadar ılık suya gömersen için huzurla dolar. Rahatlarsın. Ve bu rahatlamayla birlikte yüzünde parlak bir gülümseme oluşur.

Su oldukça berrak ve görüşünü bozan hiçbir şey yok. Güney sahillerini andırıyor, mücevher döşeli bir yol gibi temiz bir kum. Ayağının altında eşi benzeri olmayan desenler çiziyor tıpkı bir insanın derisinin yakınlaştırılmış bir resmi gibi.

Tenin uzun süre oynayıp terle kaplanmış ve arkadaşını kucaklamaya yeltenmiş küçük bir çocuğun cildi gibi... o kadar da kötü bir nemlilik hissi vermiyor ama. Elinin tersiyle yüzüne zıplayan su damlalarını siliyorsun.

İnce bir ışık suyun yüzeyine vurup seni yansıtıyor. Yüzünü yıkayasıya kadar bir önceki giydiğin ölü kıyafetleriyle duruyordun. Fakat şimdi her zamanki kıyafetlerinlesin. Saçın düzgünce bağlanmış ve örgülerin yürüdükçe neşeyle zıplıyorlar. Harika bir manzaranın içinde yürüyorsun, tıpkı bir peri masalı gibi, mutlu bir çocuğun gördüğü büyülü bir dünya gibi. Su seviyesi oldukça alçak ve ruhunu arındırıyor.

İleride bir yerde kayalıklı, şekerden yapılmışçasına kırılgan bir alan var. Saf beyaz bir düzlük. Oraya kolayca tırmanabileceğin bir yere ulaşıyor ve istekli bir şekilde tırmanıp kafanı sağa sola sallayarak üzerindeki suyu silkiyorsun. Örgülerini de sıkıyorsun. Alnına yapışan kaküllerini itip etrafına bakınıyorsun.

Burası oldukça karmaşık bir alan. Daha çok bir labirente benziyor. Arazi garip yollarla şekillenmiş ve bir bakıma orada düşünmeden yürümek oldukça can sıkıcı olabilirmiş gibi. Yalnızca ortalıkta gezinmek istesen bile karşına çıkacak bir sürü engel bulursun ve bu engellenmişlik hissi sinirlerini bozabilir. Koca bir boşluğa düşmüşken ve bu yerin aşırı kafa karıştırıcı yapısına bakarken yakınında bir şeyin sallandığını fark ediyorsun. Bu bir ip. Daha doğrusu bir balon. Parlak renkleri ve altından sarkan ipiyle tam çocukların seveceği tarzdan.

Her çocuğun yapacağı gibi sen de ipe sıkıca tutunuyorsun. Ve sen bunu yapar yapmaz ayakların yerden yavaşça kesiliyor.

Fizik kurallarına karşı gelerek tamamiyle havada süzülüyorsun. Balonun seni daha da yükseklere çıkarması kafanı karıştırıyor. O mide bulandırıcı labirent tarzı yerden kaçıp gidiyorsun. Götürülüyorsun.

Balon belli belirsiz titreşiyor ve yükseldikçe daha da güvenilmez hale geliyor. Etrafındaki rüzgar seni yönlendiriyor ama sen gitmesine izin vermedikçe balon seni destekliyor. Seni koruyor ve güç veriyor. Ve bir bakıma seni ilerletiyor... Bir çeşit arkadaşlık gibi bu.

Ne yapacağını bilmemenin içinde yarattığı tereddüt biraz da olsa ipi bırakmana neden oluyor. Sen fark etmeden balon gevşemeye ve havasını kaybetmeye başlıyor. Fakat bu olurken başka bir balon yanında beliriveriyor. Bu yeni balona tutunuyorsun. Seneler geçtikçe arkadaşlıkların bitecek ve değişecek. Arkadaşlığın geçip gitmesi gibi, aşkın çürümesi gibi o balondan ayrılıyorsun. Ama elini nereye koyarsan koy orada daima bir balon olacak. Bunun üzerine bahse bile girebilirsin.

Yükseldikçe hava soğumaya başlıyor. Nefesin donuyor, bembeyaz. Havayı ciğerlerine çekmek zorlaştığından nefes alış verişlerin düzensizleşiyor. Elindeki son balon o kadar küçülmüş ki bütün canlılığını kaybetmiş. Gerginlik etrafını sarıyor, kollarını ve bacaklarını hareket ettiriyorsun. O kadar yükselmişsin ki yeri göremiyorsun artık. Düşecek olsan, bir rüya olsa bile yaralanmadan kurtulmanın imkanı yok. Kendisini sevecek birini arayan yalnız bir kız gibi çılgınca etrafına bakınıyorsun.

Ve buluyorsun. Sana çok yakında. Küçük, yüzen bir ada. O beyaz, can sıkıcı labirenti andıran yere  ulaşabilmek için elinden geldiğince çabalıyorsun. Ama oranın aksine burada çadıra benzeyen yapılar var. Tüm cesaretini toplayıp balonu bırakıyor ve düşüyorsun.

O yükseklikten güvenli bir şekilde inemiyor ve poponun üzerine düşüyorsun. Rüya olduğundan canın yanmıyor ve yalnızca kafanı şaşkınlıkla sallayıp gergin bir şekilde ayağa kalkıyorsun. Yüksekteyken hava ince ve soğuktu. Ama senin çabaların seni buraya kadar getirmişti.

Birden görünüşünden dolayı endişelenmişsin gibi ya da tapınak gibi bir çeşit dini bölgeye giriyormuşsun gibi hala ıslak olan kıyafetlerini sıkıyor ve hafifçe saçlarını düzeltiyorsun. Önündeki büyük çadırın girişinde.

Şaşkınlıkla yutkunuyorsun. Çadır sevimli ve gösterişli. Bir çocuk sevdiği tüm renklerle onu doldurmuşçasına parlıyor. Ya da küçük bir kızın büyümüş gibi davranıp parlak oyuncak mücevherlerini göstermek istiyormuş gibi... Tereddütle ilerliyorsun. İglolar gibi sıcak bir havası var fakat bu bariz bir şekilde daha farklı. Mutlu bir his dolanıyor havada, sanki beklenen biri sonunda diğerlerinin karşısına çıkıp kendini gösterecekmiş gibi... Habersiz gelen bir misafir gibi suçlu hissediyorsun kendini. Ve gizlice çadırdan içeriye göz atıp yavaşça adım atıyorsun.

İçeride gördüğün yer dışarıdan bakarak hiç tahmin edemeyeceğin kadar sevimli bir yer. Bir peri masalındaki prensesin yaşayabileceği tarzda bir yer gibi, sadece orada kalarak bile mutlu olabilirmişsin gibi. Sevgiyle yetiştirilmiş bir çocuğun hazineleriyle dolu bir oda. Yürüdüğün rüya manzarasıyla arasındaki fark oldukça bariz. Birilerinin gizli anılarına girmişsin gibi sanki. Tam olarak öyle. Ve belki de bu yüzden rahat hissetmiyorsun. Çünkü gördüğün yer aradığın sevgiyle dolu, fakat bu sevgi bir başkası için.

Yerde pahalı görünümlü bir kilim duruyor. Duvarlar eğlenceli ve mutlu resimlerle süslenmiş. Yumuşak ve pofuduk bir yatak var köşede. Oldukça düzgün bir masa ve güzel, macera dolu ve mutlu kitapların dizili olduğu bir kitaplık. Çarpan kalbini iyileştirip rahatlatabilecek bir yer...

Bu odanın manzarası tarafından ele geçiriliyorsun bir süre. Ama sonunda fark ediyorsun.

Tam da önünde kim bilir ne zamandır dikiliyor... Bu küçük odada, saklanacak hiçbir yer yok. Ve elbette...

"Odanın dağınıklığı için kusura bakma."

Habersiz gelen bir arkadaşmışsın gibi seninle konuşuyorum. Omzumdaki bir tutam saçla oynamaya başlıyorum.

"Bir bakalım... bir şeye ihtiyacın var mı?"

Yeni başlayanlar için hep böyle yaparım. Bir süre tepki vermiyorsun. Ama ağzın oynuyor sanki düşüncelerini sessiz bir sese yüklemişsin gibi. Sanırım şöyle bir şey söylemek istiyorsun.

Kimsin sen?

0 comments:

Yorum Gönder