2013/11/21

Shingeki No Kyojin: before the fall Vol 1 Prolog

english translation and scans : differentclouds

Shingeki No Kyojin / Before the fall Vol. 1 : Giriş

Gölgeli, gri gökyüzünde bir çanın çınlaması yankılandı.

Özgürlük Çanı…

Shiganshina bölgesindeki herkesin aşina olduğu çanın ismiydi bu.

Beş metrelik duvara asılmış bronz çan, şehrin en meşhur yeriydi. Bir uyarı çanı olarak inşa edilmişti ancak bu güne dek hiç kullanılmamıştı.

Parlak olmamasına rağmen Angel Aaltonen elini gözlerinin üzerine siper etmiş, yapının, önünde tepe gibi yükselen Maria Duvarı’nın yukarısına bakıyordu.

Devasa bir yapıttı ve yakından bakıldığında neredeyse sonu yokmuş gibi görünüyordu. Boğucu ve ürkütücü bir aurası vardı. Hatta kimileri bu duvarın kutsal bir yapıt olduğuna inanıyordu. Bu dünyada hiçbir tanrı tapılmaya değmediğinden bu duvar, insanların inanabilecekleri tek şey olmuştu.

Bunlara rağmen Maria Duvarı kutsal bir yapıt niteliğinde inşa edilmemişti.Duvarı inşa etmelerindeki amaç basitti: içeridekileri dış tehlikelerden korumak. Bu demek oluyordu ki duvarın dışında, insanoğlunun varlığını tehdit eden bir şey vardı ve duvar, bu korkunç canavarlara karşı korunmak için inşa edilmişti.

“Kimse gerçekten var olup olmadıklarını tam olarak bilmiyor ki.”

Angel yüzünü buruşturup kaşlarını çattı ve birbirine karışmış saçlarından bir tutamını kabaca tuttu. Eğer düzgünce tıraş etmiş olsaydı altın rengi saçları ışıkta parlayabilecekti. Ama bu tür şeyleri umursamayan bir insan olduğundan mıdır bilinmez, saçları olduğundan daha koyu görünüyordu. Bu saçlarını anlatmanın tek yolu değildi elbette. Belki de bütün gün çalıştığı ekipman dükkanına kafeslenip kaldığı için suratı bu kadar solgundu. İş arkadaşları bile cılız olduğu için onunla alay ediyordu.

Pek sağlıklı göründüğü söylenemezdi ve gerçek şuydu ki vasat bir yaşam sürüyordu. Ancak buna rağmen Angel’ın vücudu şaşırtıcı bir şekilde iriydi. Bu iş önlüğünün altından bile kolaylıkla belli oluyordu. İşinin doğası gereği fark etmeden güçleniyor olmalıydı. Onun gibi on sekiz yaşındaki bir gence ancak böyle bir vücut yakışabilirdi.

“Duvar biraz daha alçak olsaydı…“

“ ‘Ben de uzanıp bakabilirdim’ diyecektin değil mi?”

İnce bir ses geldi arkasından. Karşılık olarak arkasını bile dönmeden çarpık bir şekilde gülümsemişti.

“Böyle saklandığımız sürece dışarısını görmeyi istemenin o kadar da şaşırtıcı olduğunu sanmıyorum.”

“Erkeklerin düşünmek istediği şey bu mu?”

“Bu, sadece merak…” diye kendi kendine mırıldandı Angel. Yanındaki kıza kaçamak bir bakış fırlattı.

Maria Duvarı’na huzur dolu gözlerle bakan kız, Maria Carlstedt idi. Üzerinde kusursuz bir edayla dimdik duruyordu. Ve giydiklerinin bir askeri üniforma olduğunu herkes anlayabilirdi. Garnizonun gülleri, haki ceketinin arkasına işlenmişti görevlerinde kazandığı güven ve gururu göstermek istercesine. Parlak siyah saçları kararlılığını gösterircesine toplanmıştı başının yukarısına.

“Lütfen aptalca bir şey yapmaya kalkışma. Askeri Polis kokunu alırsa sonu iyi bitmez.”

“Bu bir askerden uyarı mı?”

“Bu çocukluk arkadaşından bir tavsiye.”

Bu yaşlar, duvarın dışındaki dünyaya ilgi duymak için yasak yaşlardı. Kimseye aldırmadan merak edecek birileri çıkarsa kesinlikle Askeri Polis tarafından kara listeye alınırdı.

(Acele edip bir an önce bilgileri ifşa etmeliler.)

Duvarın ardında neler olduğunu açıklamış olsalardı herkes ona olan ilgisini kaybederdi. Fakat kral ve hükümeti böyle bir şey yapmazdı. Çünkü yapmış olsalardı büyük olasılıkla birileri menfaatlerini kaybetmeye başlardı.

“Bu duvarın işimin bir parçası olduğu da doğru ya.”

“Bu duvar olmasaydı, bizde kurtulamazdık.” Maria başını kaldırıp duvarı süzdü. Yüzünde gurur dolu bir ifade vardı. Maria gibi bir Garnizon askeri için Maria Duvarı oldukça önemli bir yapıydı. Çünkü görevlerinin güçlülüğü ve sürekliliği bu duvara bağlıydı. Bu duvar sadece şehrin en güçlü noktası değil, aynı zamanda askeriyede de çok önemli bir rol oynuyordu.

Ama Angel Maria gibi değildi. Onun duvarla ilgili özel bir düşüncesi yoktu.

(Duvar işte.)

Angel büyük ihtimalle askeriye için yaptığı silah ve zırhların tek geçim kaynağı olduğu için böyle düşünmüştü.

(Yine de direnmek en iyi savunma şeklidir.)

Böyle düşündüğü halde söylemedi. Eğer söyleseydi Maria’nın ona katılmayacağını biliyordu. Bu sadece bir çift paralel çizginin asla birleşmeyeceği ateşli bir tartışmaya dönüşürdü. Hazır tartışmadan konu açılmışken, Angel’ın bu konuyla ilgili birkaç kötü tecrübesi de vardı. Yani ne zaman bunun hakkında konuşmaya çalışsa sert bir şekilde eleştirilmişti.

“Şimdi fark ettim, saçına ne olmuş öyle?” Maria iç geçirip Angel’ın birbirine girmiş, darmadağınık saçlarını parmaklarıyla düzeltmeye başladı.

“H-hey! Çocuk muyum ben! Kes şunu!”

Angel aslında yanlarından geçen insanların onlara attıkları bakışlardan rahatsız olmuştu ama Maria’nın umurunda bile değilmiş gibi görünüyordu.

“Madem çocuk değilsin debelenip sorun çıkarmayı kes.”

“Pekala pekala. Öyle olsun.”
“Düzgün tıraş olmayı da unutma.”

Saçlarını iyice düzelttikten sonra Maria, Angel’ın etrafında dönüp kıyafetlerini ve duruşunu süzdü. Yüzünde memnuniyet dolu bir ifadeyle başını sallamıştı.

“Son olarak… Etrafta dolanıp tembellik etmiyorsun değil mi?”

“Gece vardiyam yeni bitti! Kimmiş tembellik eden?”

Maria Angel’a dik dik baktı. “Nereden bilebilirim? Ben senin gibi değilim.” Demek istemişti kınarcasına.

“Demek Solmu’yu karşılamak için buradasın. Siz ikiniz cidden iyi anlaşıyorsunuz.”

“Sen de mi bu yüzden buradasın?” dedi Maria. Angel mırıldanmıştı.

“Solmu’yla nişanlandığımı hatırlamıyorum.”

Maria karşılık olarak tek kaşını kaldırmıştı. Angel devam etti.

“Öhöm, yani demek istediğim Solmu ve ben gerçekten iyi arkadaşız.”

Angel ve Maria lak lak edip gülüşürlerken geçidin önünde büyük bir kargaşa meydana geldi. Büyük ihtimalle insanlar çanın sesine toplanmışlardı. Büyük bir kalabalık vardı. Erkek, kadın, genç, yaşlı yaklaşık üç yüz kişi bir araya gelmişti. Hepsi de Angel’la aynı görüşe sahipti. Keşif Birliği duvarların ardındaki seferlerinden dönmüşlerdi. Şehre döndüklerinde kuzey ve güney bölgelerinin ana caddelerinden geçer, kışlalarına dönerlerdi. Sanki bir geçit töreniymiş gibi gururla, uzun uzun yürürlerdi. Kutlayacak çok az şeyi olan Shiganshina bölgesi sakinleri Keşif Birliği’nin dönüşü ile geniş çaplı, neşeli bir kutlama yaparlardı.

(Ama bunların hepsi geçmişte kaldı…)

Oldukça fazla insan toplanmış gibi gözükse de bu, yaşayan insanların sadece küçük bir kısmıydı. Shiganshina’da toplam üç bin kişi yaşıyordu ve bu küçük topluluğa bakarsak Keşif Birliği’nin dönüşü, insanların artık ilgisini çeken bir şey değildi. Toplanan insanların çoğu yalnızca şenlik için gelenlerdi. Sadece Keşif Birliği üyelerinin yakınları ve arkadaşları onları içtenlikle karşılamak için oradaydı.

Yine de insanların bu derece ilgisiz olmasına şaşmamak gerekirdi. 

(Halkı bilgilendirmek yok, belirgin bir sonuç yok ve sefer ücreti olarak milletten vergi alıyorlar…)

İnsanların onlara duyduğu üzüntüye rağmen Keşif Birliği’nin varlığının devam etmesini sağlayan birkaç önemli politik karar alınmıştı. Keşif Birliği’nin gideceği yerler hakkında çoktan kesin bir düşünceye varılmıştı. Ve böylece devlet gizli anlaşmalar yapsa da çoğu kişi bundan bir haber olacaktı.

“Kahramanlar geri döndü.”




Duvarlar Keşif Birliği’nin soylu üyelerinin görünmesini engelliyordu fakat ritmik ayak seslerinden duvara giderek yaklaştıkları fark edilebiliyordu. Düzinelerce atın toynak sesleri duyulabiliyordu. Atların sesleri yaklaştıkça askerlerin hareketleri de hızlanmıştı. Günlük katı antrenman rejiminin sonucu olarak askerler hiçbir gereksiz harekette bulunmamıştı. Sanki birer makineymişler gibi düzenli ve sakin bir şekilde hareket ediyorlardı. Geçidin açılış ve kapanışı çabucak yapılması gereken bir şey olduğu için mekanik bir etki gerekiyordu.

“Umarım her şey iyi gitmiştir.” Dedi Maria sıkıntıyla yutkunarak.

“Görevi diyorsun değil mi?“

“Başka ne diyeceğim ki!”

“Tabii ki de görev asıl endişelendiğin şey değil.”

“Hayır, öyle değil.”

Maria kabul etmek istememişti ama tam olarak hissettiği şey bu da değildi. Elbette ki nişanlısı Solmu’nun güvenliğini, Keşif Birliği’nin görevinin nasıl gittiğinden daha çok önemseyecekti.

(Pekala, ben de aynı şeyi düşünüyorum aslında.)

Arkadaşının hayatı, gizemli görevlerden daha çok ağırlık olmuştu Angel’ın yüreğine.

“Şu lanet göz bebeği öğrencisi.”

Angel ve Maria yeniden muhabbete başlamadan Keşif Birliği duvarın dibine gelmişti.

Onlarca at koşarak yaklaştı, yer titremeye başlamıştı.

“Kapıları açın!! Kapıları açın!!” diye bağırarak emir verdi nöbetçi asker gözetleme yerinden.

On metre yüksekliğindeki duvar kapıları sanki kendiliğinden açılıyormuşçasına hiç aksamadan gümbürdeyerek açıldı. Angel kafasını uzatıp, bedenini öne attı dışarıdaki dünyayı az da olsa görebilmek için.

(Görebildiğim tek şey boş bir araziden ibaret.)

Görmek için ne kadar zorladıysa da gözlerini, Angel bahse değer hiçbir şey görememişti. Bir şey görebildiyse de hemen o saniyede atların çıkardığı tozla yok olup gitmişti.

(Şu bahsettikleri canavarlar şimdi burada olsaydı iyi olurdu.)

Ama önünden geçenlerin canavar olmadığından emindi. Bir avuç attan başka bir şey değillerdi. Atların üzerindekiler başlıklarını geçirmişler ve sırtlarında birbirine kenetlenmiş bir çift kanat armasıyla süslenmiş ceketler giymişlerdi. Onlar Keşif Birliği’nin askerleriydiler.

(Şöhretleri bir yana dursun, gerçekten bir askerden beklediğim gibiler.)

Atlıların geçitten birbiri ardına çabucak geçmeleri gerçekten korku uyandırıyordu. 

“Kapıları kapatın!! Kapıları kapatın!!”

Keşif Birliği’ndeki herkes geçip gittiği anda kapılar kendiliğinden çabucak kapandı. Bıraktıkları etki takdire değerdi. Kapılar yalnızca bir dakikalığına açık kalmıştı. Bu da Garnizon’un içeri girebilecek herhangi bir tehlikeyi engelleme konusunda ne kadar dikkatli olduğunu gösteriyordu. Maria’nın yüzünde gurur dolu bir ifade oluşmuştu.

Ama nedense Keşif Birliği Garnizon’un görevlerini nasıl kusursuzca tamamladığını görmüyordu bile.

“Öncekinden daha az kişiler…”

Neredeyse elli asker geriye dönmüştü. Görevin başlangıcında seksen civarı asker gönderilmişti. Görev yalnızca yarım gün sürmüş olmasına rağmen, çok ağır kayıplar verilmişti. Bazı şanslı olanlar yara bile almamışlardı ama yarısından fazlası hafifçe yaralanmıştı. Kimisi kolunu bacağını kaybedip dönmüştü, kimisinin de cesetleri dönmüştü geriye.

(Ne çeşit bir görevdi bilmiyorum, ama uzaktan bakılınca başarısız olmuş gibi görünüyorlar.)

Bunu askerlerin takındıkları katılaşmış ifadelerden kolaylıkla söyleyebilirdi. Diğer insanlar bunu hissetmiş olmalılardı ki tezahüratları giderek alçalmıştı. Şimdi onca tantanadan yoksun görünüyordu. Kimse hayal kırıklığına uğramış gibi görünmüyordu çünkü muhtemelen kimse onlardan çok fazla şey beklemiyordu.

(Yine de hayal kırıklığını önlemenin en iyi yolu fazla umutlanmamaktır.)

Angel derince iç geçirdi ve tek parça halinde geri dönebildiği için şanslı olan yüzleri teker teker taradı. Keşif Birliği’ndeki o elit askerlerden beklenildiği üzere hepsinin yüzlerinde cesurca bir eda vardı. Onca askerin arasında tanıdık bir genç adamın yakışıklı suratını görür gibi oldu.

Solmu Hurme, Keşif Birliği’ndeki en parlak acemi erdi. Ve aynı zamanda da Angel’ın çocukluk arkadaşıydı.

(İyice yakışıklı olmuş bu da.)

Solmu’nun yüzü toz ve lekelerle kaplıydı fakat yaralanmışa benzemiyordu. Atının dizginlerine nazikçe asılarak ilerlerken keskin bakışlarla ileriyi süzüyordu.

“Hmm, öyle hemen gebermeyeceğini biliyordum.”

“Tabi ki de. Evlenmeden dul kalırsam bu çok sinir bozucu olur.”

“Onu başka bir bölüğe geçmesi için ikna etsen iyi olur. Yoksa yaptığın şaka ileride bir gün hiç de komik olmayacak.”

“Keşke diğer insanlardan tavsiye almayı seven biri olsaydı…”

“Bu konuda sana katılıyorum işte.” Angel kuru kuru gülümsedi.

“Eve sağ salim dönebildiği için mutlu olmalıyım.” 


Angel ve Maria Solmu’nun sağ salim eve döndüğüne sevinirlerken, dönemeyenlerin akrabaları ve arkadaşları umutsuzluk içindeydiler. Şu görevlere katıldığınızda birilerinin hayatını kaybetmesi tamamen kaçınılmazdı. Sadece askerler değil, onların aileleri de böyle bir göreve çıkıldığında sonuçlarının ne olacağının farkındaydılar.

(Ama birçoğu ölecek olan kişinin kendisi olduğunu düşünmemişti.)

Korku içindeki yüz ifadeleri bunu anlatıyordu.

Ama Angel’ın en çok dikkatini çeken şey hamile kıyafeti içinde bir bayandı. Yirmilerinde gösteren solgun ve ince bir kadındı. Feci şekilde kırılgan görünüyordu.

Maria etrafta bir hayalet gibi gezinip duran o kadını fark etti. Yüzü bulutlanmıştı.

“Onu tanıyor musun?”

“Evet, adı Elena Munsell. Kocası takım lideri Heath oluyor.”

“Takım lideri… O zaman Solmu’nun üstü mü?”

Daha önce hiç tanışmamış olmasına rağmen Angel bu ismi tanıyordu. Fakat nasıl göründüğüne dair hiçbir fikri yoktu. Ama gerçek şuydu ki takım lideri lakabının da gösterdiği gibi, Heath Munsell denen adamın Keşif Birliği’ndeki elitlerden biri olduğuna şüphe yoktu.

“Takım lideri Heath geri dönemedi. Daha yeni evlenmişti oysaki…”

Maria’nın yüzü acı doluydu.

(Ya ileride benim de başıma böyle bir şey gelirse…)

Elena sendeleyerek askerlere yaklaşıp durmadan kocasını sordu. Donuk gözleriyle her an düşüp bayılacakmış gibi görünüyordu.

“Hükümetten sigorta alabilecek değil mi?”

“Harcamaları için zor zaman yaşamayacak.”

“Ama para kocasının yerini dolduramayacak.”

“Keşke onun için bir şey yapabilsek.”

“Evet…”

Aslında yapılacak bir şeyler vardı fakat onların yapabileceği türden bir şey değildi.

(Eminim şimdi “Para değil kocamı geri istiyorum” diye bağırmak istiyordur.)

Diğer bir deyişle, ona yardım sayılacak hiçbir şey yapamazlardı.

(Yalnızca zaman acısını iyileştirebilir ama…)

Kafası bunlarla dolup taşarken gök gürültüsü gibi bir patlama aniden başının üzerinden patlak verdi. Hava, ses patlamasından etkilenip titreşmişti. Angel hışımla etrafına bakındı. Bunun sıradan bir gök gürültüsü olmadığı kesindi.

“Neler oluyor!?”

Sorusuna cevap olarak kuzeyden bir kimyasal kokusu esti yüzüne.

“Bu koku…”

Angel burnunu oynatıp havada süzülen baygın kokuyu içine çekti.

(Gürheçile, kömür, sülfür, alüminyum, barut…)

Bu barutun kokusuydu.

“Topu mu ateşlediler yoksa?”

Yerden ne kadar yüksekte patladıklarından emin olamamışlardı ama asıl mevzu da buydu zaten.

Angel’ın neden böyle bir sonuca vardığı basitti.

(Yaptığım toplar hep duvarların üzerine kurulurdu…)

Askeriyeden on civarı top yapması üzerine emir almıştı fakat o topların nasıl kullanılacağıyla ilgili bir şey söylenmemişti. Ama kafalarının üzerinde kulakları sağır eden top patlamasından anlaşılacağı üzere her biri duvarların üzerine kurulmuştu.

“Biraz önce neden ateşlediler?”

“Galiba bir uyarı atışıydı.”

“Yani şu söylenti, titanların ortaya çıktıklarını mı söylüyorsun?”

İnsanlarla beslenen o canavarlara titan denilirdi.

İnsanoğlu bu devasa duvarları titanlar yüzünden örmüştü. Titanların yarattığı tehlikelerden kendilerini korumak için duvarların arkasında yaşamaktan başka şansları yoktu. Keşif Birliği’nin sürekli devam eden ağır yaralıları büyük bir ihtimalle bu titanlardan kaynaklanıyordu.

(İleride, ben de onlardan birini görmek istiyorum. Sadece bir kez bile olsa.)

Titanların neye benzediğini hayal etmek zor bir şey değildi, Angel onlardan özellikle korktuğunu hissetmiyordu. Bunun nedeni, onlar hakkında çok az şey bildiği düşmanlarına karşı nasıl korkması gerektiğini bilmemesiydi. Angel’a göre titanlar bedensiz ruhlar da olabilirdi.

“Orası oldukça kötü görünüyor.”

Angel elleriyle kulaklarını kapattı ve sağır edici top patlamalarının seslerine karşı kaşlarını çattı.

(Büyük ihtimalle yarın birkaç kulak tıkacı siparişi alacağım.)

Kendi kendine alaycı bir şekilde gülümsedi. Toplar onuncuya ateşlenmişti ama çok şükür ki sonuncuydu. Patlamalar durmuştu.

“Yakaladılar mı?” Angel ellerini yavaşça kulaklarından çekti ve kafasını Maria Duvarı’na doğru çevirdi.

“Eğer yaptılarsa iyi, ama sanıyorum ki hiçbir işe yaramadı.”

“Bir işe yaramadı, huh…” Angel heyecanı sönmüş bir şekilde mırıldandı ve Maria Duvarı’na baktı tekrar. Hiçbir titan vurmayı başaramamış olsalar bile topları bu şekilde on kere ateşlemek çevreyi cehenneme çevirmişti. Bunun içindeki hiçbir şey hayatta kalmış olamazdı.

(Normal yaşayan şeyler kesinlikle ölürdü.)

Titanlar anlaşılabilirliğin ötesindeki canavarlar olmalıydı, ama toplar onların ateş gücü açısından hesaplanarak alınmıştı.

(Kızarmış bir titan, fırından yeni çıktı.)

Duvarın diğer tarafından gelerek yaklaşan ayak sesleri, Angel’ın güvenini anında kırdı.

“Oi, mümkünatı yok…”

“Büyük ihtimalle titanlar duvara çok yaklaştığındandır.” Maria şaşkınlık içinde olan Angel’a gayet sıradan bir şeymiş gibi açıklamıştı.

“Yani bu yüzden mi ateşi kestiler?”

Yok edilemez Maria Duvarı, titanları dışarıda tutmakta daima başarılı olmuştu. Bunun nedeni, duvarlar titanların kırıp geçemeyeceği kadar kalın ve sınırların ellerin ulaşamayacağı kadar yüksek olmasıydı.

“Neler olduğu hakkında bir şeyler biliyormuş gibi konuşuyorsun.”

“Eğer o yeri öylece ateşliyorlarsa, duvar zarar görebilir. Ateşlemeyi durdurmak çok daha mantıklı.”

“O topları ben yaptım ve oldukça farklı bir düşüncem var.” Angel yumruklarını sıktı.

(Ama bu ayak seslerine inanasım gelmiyor.)

Angel kulaklarıyla ilgili bir problem olup olmadığı hakkında şüpheye düşmüştü.

Bu gürültülü sesler insan ayak seslerinden tamamen farklı korkunç patlamalardı. Deprem gibilerdi, ve işin aslı zemin gerçekten de titriyordu. Bu, titanların ne kadar muazzam olduklarının bir kanıtıydı.

(Yani onların yürüyen afet diye çağırdıkları şey bu mu?)

Aynı zamanda bir doğal afet olarak tanımlanabileceği o anda, inanmadığı o nedensiz ruhlar birden bire gerçek olmuşlardı.

Titanlar hayal ürünü değildi.

Onlar insanoğluna gerçek bir tehditti.

Angel’ın titanlar hakkındaki teorisi beyninde tekrardan şekillendi. Ve bütün bu şey olup bittiğinde acımasız bir ürperti bütün bedenini sardı. Sırtı soğuk terden sırılsıklam olmuş, vücudundaki bütün tüyler havaya kalkmış, kalbi göğüs kafesinin içinde hızla atıyordu. İçgüdüleri ona haykırıyor, adeta onu uyarıyordu.

Titanların gürültüsü daha da yaklaştı.

Bir adım. Başka bir adım daha.

Adımların hızı bir ineğinki kadar ağırdı ama titanlarla onun arasındaki uzaklık yavaş yavaş azalıyordu.

Ayak sesleri aniden durdu, muhtemelen yollarına çıkan duvardı.

(Titanlar saldırıya geçecek.)

Angel pozisyonunu aldı, konsantre olarak titanların hareketleri hakkındaki bütün düşüncelerini bir araya topladı. Kayda değer bir şeyler belirlemek için çok acizdi.

“Neden hiçbir şey yapmıyorlar?” Angel kaşlarını çattı. “Eminim ki duvarı yıkıp geçmeye çalışacaklar ya da onun gibi bir şey.”

Ama bu Angel’ın cehaleti yüzünden önyargılı bir düşünceydi sadece.

‘Titanlar ne yapıyor olmalı’ hakkındaki beklentilerini diğer insanlar üzerinde zorla kabul ettirmek istiyordu.

(Eğer duvarı nasıl yıkacakları hakkında herhangi bir bilgiye sahip olsalardı insanoğlu çok uzun zaman önce yok olmuş olurdu.)

Angel etrafında döndü ve Maria Duvarı’na baktı.

“Şanslıyız ki Maria Duvarı tarafından korunuyoruz.”

“Yani şimdi neden duvara ihtiyacımız olduğunu anlıyor musun?”

“Evet, anladım.”

“Ve hala saldırının en iyi savunma olduğunu düşünüyor musun?”

“Berbatsın.”

“Bazen.”


Angel Maria’nın geniş sırıtışına karşılık olarak omuzlarını silkti. Kaygısız muhabbetleri önceki gergin ortamı biraz olsun hafifletmişti ve vatandaşlar da sakinleşmiş gözüküyordu. Keşif Birliği’nin dönüşünü selamlamak için yanlışlıkla topların ateşlenmiş olması da muhtemeldi.

“Solmu’ya bakmaya gitmeliyiz.”

Tam Maria’ya bunu söylerken bir yağmur damlası Angel’ın yüzüne damladı. Elinin tersiyle sildi ve kafasını gökyüzüne doğru kaldırdı. Gökyüzü, ağır, gri bulutlarla kaplıydı. Atmosfer oldukça hüzünlü görünüyordu, sanki gözyaşları gökyüzünden düşmek üzereymiş gibi.

“Sanırım cennet ağlıyor dediklerinde söylemek istedikleri şey buydu.”

“Büyük ihtimal yakında sağanak yağmur yağacak.”
Angel güneş ışıklarını görüşünden kesmek için elini kaldırdı ve gözlerini uğursuz gökyüzüne dikti.

Yavaş yavaş, daha fazla yağmur düşüyordu. Görünüşe göre yakında bir fırtınaya dönüşecekti.

(Acele etmeli ve buradan bir an önce ayrılmalıyız.)

Tam bunu düşündüğü sırada siyah, küre biçimindeki bir obje aniden Angel’ın görüşüne uçarak girdi.

“Bir kuş…?”

Angel derhal düşüncesini değiştirdi, çünkü bu dünyada küre şeklinde hiçbir kuş yoktu.

“Yoldan çekilin!!” Birisi yukarıdan bağırdı. Bir anlığına Angel’ın vücudu yere köklenmiş gibiydi. Duvara bağlı Garnizon’daki birinden gelmişti bu bağrıntı.

(Yoldan çekilin??)

Asker yere savrulan siyah küreyi işaret ediyordu ama Angel içinde nasıl bir tehlike olacağı hakkında en ufak bir fikre sahip değildi. Onun ne olduğunu bilse bile tepki gösterecek zamanı olmamıştı. O şeyin birkaç metre ötedeki taş kaldırıma düştüğünü gördü.

“Eğilin!!”

Angel ve Maria birlikte çömeldiler.

Yığının yapısal olarak patlayıcı olup olmadığını bilemezlerdi ama her şey buna değdi, yere düştüğünde olgun bir meyve gibi parçalandı ve içindeki tanımsız şeyler her tarafa doğru fışkırmaya başladı.

“Bu bir…”
Yığın, çarpmanın etkisiyle çoktan deforme olmuştu ama aslında ne olduğu hala belliydi.

“Bu… bir kafa mı…?”



Bir kafanın olması gerektiği gibi değildi ama küçük bir incelemeden sonra bir kafa olduğu söylenebilirdi.

Göz çukurları bomboştu, burun parçalanmıştı ve alt çenesi bile gitmişti, açıkça ağızdan birkaç iz vardı. Bunun nedeni muhtemelen siyah bir yığına benzeyen saçlar yüzündendi. Parçalanmış kemik parçacıklarına karışmış beyin sıvısı gibi gözüken, tanımlanamayan sıvı, her yere dağılmıştı.

Angel’ın midesi bu denli iğrenç bir görüntüye şahitlik etmesi üzerine karışmıştı. Boğazında bir kusma isteğinin yükseldiğini hissetti. Çantaya doldurmadan önce bir eliyle ağzını kapattı ve ardından öğürmeye başladı. Neyse ki geri gitmesi için kendini zorladığından zeminin kendi dışkısıyla kaplanmasına engel olmayı başarmıştı.

“Bu ne… halt lan…”

Bir kadın, içi karışmış Angel’ın tarafına doğru sürünüyordu. Bu Elena’ydı.


“Ah, böyle bir yerde uzanmak mı?”

Elbiselerinin kirlenmesine en ufak bir endişe göstermeden kafaya doğru yol aldı, eğildi ve kaldırımla neredeyse tamamen bir olmuş kafayı kaldırdı. Göğsüne sıkıca bastırdı.

“Yani geç kalmanın nedeni buydu.”

Elena ürkütücü bir şekilde kıkırdamaya başlamıştı.

“Bu kafa… kocasının mı?”

“Ancak incelemeye alırsak tam olarak emin olabiliriz, ama çok büyük bir ihtimalle…”

Elena durmaksızın fısıldayarak etten parçayı kollarında kucaklıyordu, Heath’ın ölmüş olduğu gerçeğini kabul edemiyordu.

(Ama, bu kafa neden gökyüzünden düştü…)

Angel bir cevap almak için gökyüzüne baktı. Gördüğü manzara akıl almaz denecek şekilde açıklanabilirdi ancak. Bir dolu kafa gökyüzü üzerinden atlayıp düşüyorlardı, tıpkı kayan yıldızlar gibi. Duvarların ardından fırlatılan kafalar birbiri ardına yere düşüyordu, parçalara ayrılarak, güller gibi çiçeklenerek. Ne zaman bir kafa düşse çığlıklar patlıyordu.

“Kafaları kopartan titanlar mı?”

Titanların işi olduğu varsayıldığında, böylesine tuhaf bir durumda bile akla uygun gelmeye başlamıştı.

“Ama neden onca kafayı kopartıyorlar…”

“Bir nedeni yok.”

“Ne demek istiyorsun?”


“Eğer bir şeyi yemek isterlerse, yerler. Ama eğer bir şeyden nefret ederlerse, harcarlar. Muhtemelen böyle bir şey.”

“Ama--”

İnsanlar gibi değil mi işte-- Angel az daha ağzından kaçırıyordu ama geri yutkundu. Bunun kadar saçma bir şeyi kabul etmesinin imkanı yoktu.

Titanların hareketlerinin ardındaki sebepleri düşünmekten beyni harabeye dönerken kafalar sürekli olarak fırlatılıyordu, duvarların içine doğru, ardı ardına.

“Lanet olsun!! Bunun bir tür lanet olası top oyunu mu olduğunu düşünüyorlar!?” Angel kızgınlıkla küfretti.

Şans eseri kimse yaralanmamıştı ama zemin ve binalar tamamen beyin suyu, vücut sıvısı ve et yığınlarıyla sıvanmıştı. Ürkütücü kutsal bir sima gibiydi.

Olayların mide bulandırıcı değişimi herkesi korkutmuştu ve Keşif Birliğin’nin dönüşünü kutlamak için toplanan bütün vatandaşlar avazlarının çıktığı kadar bağırarak dört bir yöne doğru kaçmaya başladı. Bu doğal bir şeydi çünkü gökyüzünden insan kafalarının düşmesi kesinlikle yaygın bir şey değildi.

Saldırı kısa süre sonra sona erdi ve duvarın ardından fırlatılan kafalar da durdu. İnsanlar çoktan korkunun esiri olmuştu ve krizin devasa sahnesine girmek an meselesiydi.

(Ne isterlerse yapmaya nasıl cüret ederler…)

Angel sakinliğini koruyamıyordu. Ama bunun gibi bir durumda bile sakinliğini koruyabilenler yalnızca Keşif Birliği’ndekilerdi. Önlerindeki korkunç manzaradan zor bela çekilmişlerdi, ama hala orada kırılmaz cesaretleriyle duruyorlardı. Muhtemelen bu onlara geçirdikleri eziyet dolu eğitimlerinin sonucu olarak atfedilmişti ve ayrıca daha önce yaşadıkları deneyimlerin bir kanıtıydı da.

Ve bu kaşarlanmış, seçkin askerlerin içinde şeffaf bir güç aurası yayan ve diğerlerinden daha güçlü olan bir adam vardı.

(Jorge Piquer.)

Yüzü bir heykel kadar hareketsiz olan adam, Keşif Birliği’nin kaptanıydı. Jorge beline sardığı kılıftan işaret tabancasını çıkardı ve gökyüzüne doğru tuttu. Hiç tereddüt etmeden tetiği çekti. Parlak bir ışık tabancanın namlusundan çıktı ve onu şiddetli bir patlama takip etti. Güneş ışığına benzemeyen bir ışığın şeritleri yayılarak, mermi havada patladı.

“Bu Beyaz Yıldız, değil mi…”

Bu işaret tabancasına doldurulan merminin adıydı.

Beyaz Yıldız, gecenin karanlığını aydınlatmak için kullanıldığının yanı sıra, diğer askerlere sinyal vermek için de kullanılırdı. Ama bu sefer, büyük kargaşanın içinde olan insanların dikkatini çekmek için kullanıldı. Herkes aniden duraksadı, gözleri üzerlerinde akıp giden ışığa kilitlenmişti.

Bir an için her şey sessizliğe gömüldü.

Jorge bir saniye bile düşünmeden fırsatı değerlendirip harekete geçti.

“Lütfen sakin olun!! Herkes sakin olsun!!”

Sesi, insanların arasında yankılanarak silah sesinden daha yüksek ve açık çıkmıştı. 

Planı mükemmel bir şekilde işlemişti. Hepsi birden kendilerine gelmiş gibi, vatandaşlar mantıklarını geri kazanmaya başladılar.

Seçkin asker birliğinin komandasından sorumlu Jorge’a göre, vatandaşlara moral aşılamak düşünmeden yapabileceği bir şeydi. Bunu bu sefer oldukça alışılmamış bir yöntemle yapmıştı ama bu insanlara Keşif Birliği’nin onları korumak için burada olduğunu hatırlatmıştı. Ancak kutlama yapmak için hiç zaman yoktu.


Şiddetlenmeden önce çiseleyen yağmur.

Belki de yağmur insanlara yardım edebilirdi. Yığınların kirliliğini yıkayıp temizlemek için.


Çeviri: Shuu & Juu

0 comments:

Yorum Gönder